Tülay Hatimoğulları: Abdullah Öcalan ile görüşülmeden süreçte yol alınamaz

ANKARA - Abdullah Öcalan'ın süreçteki rolüne işaret eden DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, "Halkların Kürt sorununun çözümünde baş aktör olarak gördüğü bir lider. Kendisiyle görüşülmeden bu süreçte yol alınamaz" dedi. 
 
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, Ortadoğu'daki gelişmeler ve bu gelişmelerin Kürt sorununun çözümüne dair yürütülen süreci etkisini, iktidarın bu süreçte muhalefet üzerindeki baskısı, süreç içerisinde atılması gereken adımlara ilişkin Mezopotamya Ajansı'nın sorularını yanıtladı. 
 
Ortadoğu ve dünyada yaşanan gelişmeler Türkiye'yi de etkiliyor. Hem dünya devletleri olarak nitelendirebileceğimiz ülkeler hem de sosyalist kimliğe sahip çevreler, Ortadoğu'nun yeniden şekillendiğinden söz ediyor. Peki, Ortadoğu'da neler oluyor ve bölgeye nasıl bir dizayn verilmek isteniyor?
 
Ortadoğu ile ilgili analiz yapan herkes, bir noktada hemfikir. Ortadoğu yeniden dizayn edilmek isteniyor. Kartların yeniden karıldığı bir dönemden geçildiğini görebiliyoruz. Bugün küresel ölçekte kapitalist sistem ve sermaye düzeni derin bir krizin içine girmiş durumda. 2008'de başlayan ve giderek derinleşen ekonomik kriz, emperyalist güçlerin kendi iç dizaynının dizilişinde küresel ölçekte yeni bir döneme girdiğini bize gösteriyor. Geçmiş dönemlerde tek kutuplu bir dünyadan bahsedilirken artık çok kutuplu bir dünyadan bahsediliyor. Bunda da Çin'in ekonomisinin büyümesini gösterebiliriz. Eskiden bir süper güç vardı, o da ABD'ydi. Şimdi dünya bu dönemi geride bırakıyor, yepyeni bir dünya düzeni oluşuyor. Burada artık çok kutupluluktan bahsetmek mümkün. Dolayısıyla her güçlü kutup kendi düzenini dünya ölçeğinde kurmaya çalışıyor. 
 
Özellikle son dönemde en çok konuşulan ülkelerin başında İsrail geliyor. İsrail ne yapmaya çalışıyor?
 
İsrail, bir sınır genişletme hedefiyle hareket ediyor. Bu sınır genişletme sadece askeri değil. Ekonomik ve siyasi olarak da hegemonik bir güç olmayı amaçlıyor ve bu hedefinde hızla ilerliyor. Son iki yıldaki gelişmelere baktığımızda, İsrail'in konumlanışında ciddi bir yol kat ettiğini görüyoruz. Şii Hilali'ni kırma konusunda çok sert hamleler gerçekleştirdi: Yemen'de Husilere, Lübnan'da Hizbullah'a saldırı, Gazze'deki durum, Irak'taki gelişmeler ve nihayetinde İran-İsrail Savaşı yaşandı. Hala bu noktaya dönülme potansiyeli yüksek. Bugün yaşanan savaşların, geçmiş dönemlerdeki gibi olmadığını da tespit etmemiz gerekiyor. Biyolojik, nükleer ve yapay zekâ destekli silahların bu kadar gelişmiş olması ve birçok ülkenin bu silahlara sahip olması; artık bir savaştan bahsederken yalnızca savaşan ülkelere verilen zarardan değil, tüm ülkelere, coğrafyaya ve yer küreye verilen zarardan bahsetmemiz gerektiği anlamına geliyor. Bölge ülkelerine dönük geçmiş dönemdeki sömürgeci anlayış, yer altı ve yer üstü zenginliklerini sömürme, kaynaklarını denetleme ve bir pazar alanı görme gibi hedeflere sahipti. Şimdi çok kutuplu dünyanın gelişmesiyle başlayan küresel sermayenin yaşadığı krizle birlikte bölge ülkelerini küresel sermayeye entegre etmek hedefleniyor, bu hedef; sosyolojik, toplumsal, ekonomik, siyasal açıdan bir entegrasyon. Mesela Abraham Antlaşması'nı böyle okumak mümkün. 
 
Bu Abraham Antlaşmaları ile birlikte İsrail ve Arap ülkeleri arasındaki ilişki daha da gelişti. Bu durumun Türkiye'ye etkisi ne olacak? Bölge halklarını nasıl etkileyecek? 
 
 
Abraham Antlaşmaları ile birlikte Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap ülkelerinde İsrail'e dönük normalleşmeye yeşil ışık yakıldığını görüyoruz.
 
Ana hedef şu: İsrail ile Arap ülkelerinin ilişkilerini düzeltmek. Bu da İsrail'in Arap ülkeleri tarafından kabul edilmesi demek. Bugün Körfez ülkelerinin ve özellikle önemli konumda bulunan Suudi Arabistan'ın doğrudan bir uyum içinde olduğunu gördük. Trump'ın Filistin ile ilgili ortaya koyduğu tavırda da bunun etkilerini görüyoruz. Abraham Antlaşmaları ile birlikte Körfez ülkeleri başta olmak üzere Arap ülkelerinde İsrail'e dönük normalleşmeye yeşil ışık yakıldığını görüyoruz.
 
Özellikle son dönemlerde en çok tartışılan ve etkilerinin geniş olduğu ileri sürülen bir diğer konu ise İMEC Projesi. Türkiye bu projeden dışlandı. Bu durumla birlikte Arap devletleri ve İsrail devleti birbirine biraz daha da yakınlaşmış oldu. Ne yapılmak isteniyor ne amaçlanıyor?
 
İMEC projesi, Hindistan'dan Avrupa'ya kadar oluşturulan bir koridor. Aynı zamanda enerji, sosyal, ekonomik ve siyasal anlamda bir koridor. Ayrıca bir hegemonik alan da yaratıyor. Neye karşı çıktı? Biliyorsunuz, Çin projesi vardı: Kuşak Yol Projesi. Çin'in Kuşak Yol Projesi, dünyanın yaklaşık üçte ikisini hedefleyen ve aklımıza gelebilecek istihdam alanlarını, ticaret alanını, enerji koridorunu, ulaşım, sağlık ve ticaretin bütün kollarını kapsayan bir projeydi. Çin'in ekonomik olarak yükselişine karşı Avrupa ülkelerinin ve ABD'nin birlikte el ele vererek bazı hamlelerde bulunduğunu biliyoruz. İsrail'in bölgedeki konumunun ve pozisyonunun artırılmaya çalışılması da yine bu projenin parçalarından biridir. 
 
Kıbrıs da bu projenin bir parçası mıdır?
 
Kıbrıs'taki gelişmeler de bu projenin bir parçasıdır. Kıbrıs, hem Türkiye'nin iç siyasetini belirlemek bakımından hem de doğrudan sorduğunuz bu uluslararası yol projeleri ve koridorlar konusunda çok kritik ve stratejik bir yerde duruyor. Özellikle bütün dünyanın bildiği üzere Doğu Akdeniz'de iki yüz yıl yetebilecek kadar bir hidrokarbon gazı rezervi var. Doğu Akdeniz'de sular kaynıyor. Dolayısıyla projenin önemli noktalarından biri Doğu Akdeniz'dir ve dolayısıyla Kıbrıs'tır. Türkiye, daha önce bölgede farklı şeyler yapmaya çalışmıştı. Ardından Avrupa ve ABD, Yunanistan'ın hava savunma sistemini güçlendirdi, değiştirdi. Akabinde de Türkiye'ye Katsa yaptırımları uygulandı. F-35 projesinden çıkartıldı.
 
Bu proje ile Türkiye'nin egemenlik sahasının daraltıldığı da söyleniyor?
 
 
O yüzden hep söyledik/söylüyoruz; Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yöntemle çözmüş olan bir Türkiye, uluslararası diplomaside, ticarette, her anlamda ayağındaki prangadan kurtulmuş bir Türkiye de olacaktır.
 
Türkiye neden yok ve bu Türkiye'yi nasıl etkileyecek? Bu çok kritik bir soru. İMEC projesinde yol Türkiye'den geçmiyor. Türkiye'nin uyguladığı dış siyasetteki stratejik yalpalamaların da çok büyük bir payı oldu. Türkiye bir NATO ülkesi ve bir NATO ülkesi olarak Asya-Avrasya Paktı'na yakınlık gösterdi, Rusya'yla kurmuş olduğu ilişkiyi ve oradan hava savunma sistemi almasını, hatırlayacaksınız. Bütün bunlar, bu ilişkilerin daha karmaşık bir hâle gelmesine ve Türkiye'nin bu projenin dışında tutulmasının nesnel nedenlerinden biri haline gelmesine yol açtı. İktidar, dış siyasette bir sarkaç siyaseti izledi. Türkiye'nin bunların dışında tutulmasının en önemli nedenlerinden biri de budur. Türkiye'nin dış politikasını dizayn ederken Kürt sorununa yaklaşımı çok önemli bir turnusol görevi gördü. Uluslararası siyasette, diplomatik, ticari, kültürel ve sosyal her açıdan anlaşmalar yapmanın ve uluslararası ilişkilerde kendini güçlendirebilmenin yolu, Kürt sorununu sürekli uluslararası güçlerin önüne bir kart olarak getirmemekten geçer. O yüzden hep söyledik/söylüyoruz; Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yöntemle çözmüş olan bir Türkiye, uluslararası diplomaside, ticarette, her anlamda ayağındaki prangadan kurtulmuş bir Türkiye de olacaktır. Türkiye'nin Kürt sorununu çözmesi lazım. Türkiye'nin özellikle Suriye'deki gelişmelere bağlı olarak Rusya'yla kurduğu ilişkiler bu sonuçları doğurdu. 
 
Türkiye nasıl bir siyaset benimseseydi kazançlı çıkardı sizce?
 
Biz, DEM Parti olarak hiçbir emperyalist güce ve pakta dayanan bir dış siyasetten yana değiliz. Halkların özgürleşmesini ve demokratikleşmesini merkeze alan bir Türkiye'nin, başta Kürt halkı ve Alevi toplumu olmak üzere eşit yurttaşlık hakkı temelinde, demokratik zeminde bir iç siyaseti kurması, bu iç siyasetin barışçıl ve demokratik zeminine dayanarak bir dış siyaseti tesis etmesinden yanayız. Türkiye böyle bir iç ve dış siyaseti benimseseydi hem Suriye'deki barışçıl rolü çok daha büyük olurdu hem de bahsini ettiğimiz bu küresel ölçekteki nedenlerin bölgeye yansıttığı savaş ve çatışmalarda bir barış havarisi olabilirdi. Ancak ne yazık ki şu an o pozisyonda değil.
 
Suriye'de çatışmalar sürerken Kürtler, Dürziler ve Aleviler kendi yönetimlerini kurma arayışında. Bu arayış, bölgesel ve küresel güçlerin etkisine rağmen başarılı olabilir mi?
 
 
Bugün Rojava modeli, Suriye'de kendi rengini ortaya koyabilecek bir model olma yolunda hızla ilerliyor.
 
Bugün Rojava'da oluşturulmuş olan özyönetim her ülkenin, her toplumun, her halkın özlemini duyduğu; eşitlikçi, barışçıl, kadın özgürlükçü, seküler; bütün farklı halkların ve inançların bir arada, ortak yaşayabileceği ve kendi kendini yönetebileceği, kendi ekonomilerini bir komün zemini üzerinden kurabileceği çok önemli bir modeldir. Şimdi böyle bir model, başta Suriye olmak üzere bütün bölge ülkeleri için en ihtiyaç duyulan modeldir. Bunu Kürt halkı Rojava'da başardı. Bölgenin bütün halkları ve Ortadoğu çözüm reçetesi de budur. Biliyorsunuz, Suriye'de Dürziler kendi özerkliklerini ilan etmişlerdi. Aleviler ise çok büyük bir soykırıma maruz kaldılar. Suriye'nin şimdi yeniden inşa edildiği bir dönemde gerek Alevilerin gerek Dürzilerin oluşturulacak yeni Suriye yönetiminde mutlaka yer alması ve temsil edilmesi çok önemlidir. Kürt halkı zaten bu konuda gerçekten son derece örgütlü bir duruş sergilemiştir; kendi özyönetimlerini fiilen hayata geçirmişlerdir. Bugün Rojava modeli, Suriye'de kendi rengini ortaya koyabilecek bir model olma yolunda hızla ilerliyor. Ümit ediyoruz ki, önümüzdeki günlerde şimdi başlamış olan Şam yönetimi ile SDG arasındaki müzakereler sağlıklı bir şekilde ilerler ve demokratik bir Suriye'nin inşa edilmesi konusunda somut adımlar atılır.
 
Türkiye bu bahsettiğiniz ve tüm dünya için şans olarak gördüğünüz sisteme dair karşıtlığını ısrarlı bir biçimde sürdürüyor. Neden karşı çıkıyor? 
 
Türkiye 102 yıllık devlet tarihi boyunca Kürt sorununa güvenlik ekseninde yaklaştı. Türkiye resmî ideolojisi, Kürtleri ve Alevileri bir tehdit olarak gördü. Türkiye'nin bu stratejik akıldan vazgeçmesi gerekmektedir. Bu akıldan vazgeçilmediği sürece, gerçekten onurlu bir barış ve demokratik zeminde bir Kürt sorunu çözümü kolay olmaz. Resmî ideoloji bu katı yaklaşımdan vazgeçmelidir. Bugün Kürt sorunu ne Türkiye'de ne Suriye'de ne Irak'ta ne de İran'da bir güvenlik meselesi değildir. Kürt sorunu bir kimlik meselesidir, toplumsal bir meseledir, siyasî ve iktisadî boyutu olan bir meseledir. Türkiye'nin sürdürdüğü bu yaklaşım, Türkiye'nin Ortadoğu siyasetini ve dış politikasını da az önce konuştuğumuz gibi, negatif etkilemektedir. 
 
Türkiye'de Kürt sorununun çözümüne dair devam eden sürece gelmek istiyoruz. Bildiğiniz gibi Kürt Özgürlük Hareketi attığı adımlara bir yenisini daha ekledi ve silahlı güçlerini Türkiye'den çekmeye de başladı. Bu durumu nasıl gördünüz? 
 
Küresel ölçekte savaş ve çatışmaların hız kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Kürt Özgürlük Hareketi; "Savaşın ve çatışmanın bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde hem Kürt halkının hem de Türkiye halklarının can güvenliği ve barışı için biz Türkiye'den geri çekiliyoruz. Kürt ve Türkiye halklarının barış, huzur ve demokrasi içinde yaşamasının önünü açmak için bunu yapıyoruz" dedi. Dolayısıyla Türkiye'nin ve bütün demokrasi güçlerinin atılan bu adımı çok iyi analiz etmesi, anlaması ve anlamlandırması gerekiyor. Barış ve Demokratik Toplum Süreci'ne çok güçlü bir şekilde destek vermesi gerekiyor. 
 
Bu adımla birlikte Türkiye'nin üzerine düşen sorumluluklar neler? Ne tür adımlara ihtiyaç var? 
 
Temel sorular: Peki şimdi ne olacak? Kürt Özgürlük Hareketi bu kadar somut adım attı, Türkiye iktidarı ve devleti ne yapacak?  Hukuki ve yasal adımlardan kasıt nedir?  İlk olarak şunları sıralayabiliriz: Silahsızlanmayı hızlandıracak bir özel yasanın çıkması, İnfaz Yasası düzenlemesi. Cezaevlerinde haksız ve hukuksuz bir şekilde tutulmuş binlerce siyasi tutsak var. Biz, birçok kesimin faydalanabileceği infazda eşitlik istiyoruz. Diğer yandan TCK, TMK bir sonraki evrede konuşulması gereken çok önemli konular. Ve umut hakkı, Sayın Öcalan başta olmak üzere cezaevlerinde 25 yılını doldurmuş olan bütün siyasi mahpusları kapsaması gereken çok önemli bir konu. Bir diğeri, Sayın Abdullah Öcalan'ın özgür yaşam ve özgürce çalışabileceği koşulların oluşması, bütün bunlar çok önemli. 
 
Komisyonun İmralı'ya gidip Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüşme yapma talebiniz de var. Bu görüşme neden bu kadar önemli?
 
Komisyonun gitme ihtimali güçlenmiş gibi görünüyor. Umarız bu görüşme gerçekleşir. Sayın Öcalan sürecin bu aşamaya kadar getirilmesinde çok önemli bir rol ve misyon üstlendi. Kürt halkının ve bölge halklarının hakikaten çok önemsediği bir baş aktör. Halkların Kürt sorununun çözümünde baş aktör olarak gördüğü bir lider. Kendisiyle görüşülmeden bu süreçte yol alınamayacağını herkes biliyor. Dolayısıyla bunu kendi örgütü istiyor, Türk-Kürt halkı istiyor, demokrasi güçleri istiyor. Görüşmenin gerçekleşmesi durumunda Sayın Öcalan'ın bu sürece sunacağı çok önemli katkıları olacağını düşünüyoruz.
 
Birçok kesimin sürece güven duymadığına da tanıklık ediyoruz. Siz nasıl gözlemliyorsunuz ve bu güvensizliğin sebebi nedir sizce? Toplumun geniş kesimindeki meselede bir güvensizlikler silsilesi var. Nedir bu güvensizlik silsilesinin sebebi? 
 
 
Muhalefete yönelik operasyonlar süreci sabote ediyor ve toplumsal desteğin daha güçlü bir şekilde yansımasını engelliyor. Dolayısıyla bu antidemokratik uygulamalar bir an önce durmalı.
 
Ana muhalefet partisine bu kadar yoğun operasyonların gerçekleşmesi, başta ana muhalefet partisinin kendi tabanı olmak üzere toplumdaki çok önemli bir kesimi etkiliyor. Bu kesimin sürece güveni zedeleniyor. Deniliyor ki: "Partimize bu kadar yoğun baskı varken demokratik gelişmeden nasıl bahsedilebilir?  Belediyelerimize kayyım atanıyor, sizin belediyelerinizde kayyımlar devam ediyor, belediye başkanlarımız tutuklanıyor. Bunlar yaşanırken süreç nasıl ilerleyecek, demokrasi nasıl gelecek?" Muhalefete yönelik operasyonlar süreci sabote ediyor ve toplumsal desteğin daha güçlü bir şekilde yansımasını engelliyor. Dolayısıyla bu antidemokratik uygulamalar bir an önce durmalı. Güven oluşturmak için kayyım yasası geri çekilmeli; kayyım atanmış bütün belediyelerin belediye başkanları ve belediye eş başkanları görevlerine iade edilmeli. Bu gelişmeler gerçekleşirse, inanın toplumsal destek bir anda yüzde 95'lere kadar yükselecektir.
 
AİHM, daha önce HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve diğer siyasetçilere dair verdiği ihlal kararına yapılan itirazı reddetti ve karar kesinleşti. Buna dair neler söylemek istersiniz? 
 
AİHM kararına göre sevgili Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş'ın cezaevinde tutuldukları her saat AİHM kararlarını ihlal etmektir. Üçüncü kez AİHM karar alıyor ve bu karar yine uygulanmıyor. Normal şartlarda sevgili Figen Yüksekdağ'ın, Selahattin Demirtaş'ın ve bütün Kobani Kumpas davasında tutuklu bulunan arkadaşlarımız an itibariyle serbest olmalılar. Bu karar artık kesinleşmiştir. Bu kararın hayata geçmemesi, bu kararı hayata geçirmemek suç işlemek demektir. Dolayısıyla Bahçeli'nin de altını çizdiği gibi bu karar acilen hayata geçmeli. Kürt hareketi üzerine düşeni yaptı. Ama iktidar ve devlet üzerine düşeni yapmıyor, adım atmıyor. Demokratikleşmeden bahsedilen bir süreçte televizyonlara kayyım atıyor. İnfaz yakmalar devam ediyor. Sincan Cezaevi'nde 32 seneyi doldurmuş, 33'uncü senesine girmiş mahpuslar var. Hasta mahpuslar konusunda adım atılmıyor. Bunlar kabul edebileceğimiz şeyler değil. 
 
Peki, iktidar bu saydığınız konularda neden bir adım atmıyor?
 
İktidar hâlâ bu süreci bir "terör" meselesi ve ülkeyi "terörden" arındırma süreci olarak görüyor. Bu algı değişmek zorunda. Algı değişmediği sürece, bahsettiğimiz gibi gerçek bir barış ve demokratikleşme sürecinden söz etmek o kadar kolay olmaz. Dolayısıyla, bugün iktidarın ve devletin atması gereken adım, Kürt sorununu bir güvenlik meselesi olarak görmekten vazgeçmek ve eşit yurttaşlık meselesi olarak görmek olmalıdır. Demokratikleşme zemini buradan güçlenerek ilerlemek zorundadır. Muhalefetin üzerindeki baskıları da bir an önce sona erdirmelidir. Demokratikleşmenin nasıl olacağına dair herkesin bir fikri vardır. Bunu iktidar ve devlet bilir, biz de biliriz. Dolayısıyla buradan yol alınmalı ve demokratikleşme çizgisinden ilerlenmelidir. Aksi takdirde kalıcı, onurlu bir barış ve demokratikleşme sürecinden söz etmemiz zor olacaktır. 
 
Süreç boyunca CHP'nin sürece yaklaşımı da çokça konuşuldu. DEM Parti olarak CHP'nin bu sürecin neresinde yer alması gerektiğini düşünüyorsunuz?
 
CHP başta olmak üzere bütün muhalefet partilerinin hem Kürt sorununun çözümüne ilişkin hem Türkiye'nin demokratikleşmesine ilişkin güçlü bir programla ortaya çıkmaları gerektiğine inanıyoruz. Hem güçlü bir program hem de bu programı hayata geçirebilecek güçlü bir pratiğe ihtiyaç var. CHP bu süreçte yaşadığı bütün baskılara rağmen komisyonda yer aldı. "İktidar bizim masadan kalkmamızı istiyor. Komisyondan çekilmemizi istiyorlar. Bunu asla yapmayacağız. Kalacağız burada" dediler. Bu çok kıymetli. Barış ve demokratikleşme süreci, salt bir siyasi partinin dar manada çıkarlarına hapsedeceği bir süreç değil. Bütün partiler bu süreci partiler üstü görmek zorunda. 
 
Ayrıca sosyalistlere de şöyle seslenmek isterim: bu sürecin ve barışın toplumsallaşması için, demokratik zeminde mücadeleyi daha güçlü bir yelpazede yürütebilmek için birbirimize ihtiyacımız var. Bugün Türkiye'de sendikal mücadelenin, emek hareketinin, kadın hareketinin, doğa ve yaşam savunucularının ve bütün demokrasi güçlerinin ortak zeminde buluştuğu bir mücadele hattına ihtiyacımız var. Daha fazla yan yana durmalı, dayanışmayı ve örgütlü mücadelemizi büyütmeliyiz. Eleştiriler de değerlendirmeler de hepsi baş göz üstüne. Bazı eleştiri ve değerlendirmelerin de bizleri diri tuttuğunu ifade etmeliyim.
 
MA / Mehmet Aslan - Selman Güzelyüz